Fonksiyonel Tıp’a sürdürülebilir tarım anlayışının sağlığa yaklaşımdaki karşılığı olarak da bakabiliriz. Sürdürülebilir tarım, uzun vadede hem toprağı işleyenlerin hem tüketicilerin hem de toprağın yararı ve sağlığını gözeten bir tarım yaklaşımı. Adı üstünde “sürdürülebilirlik” gerçeğiyle yüzleşmekten kaynak alıyor. Toprağı öldürerek kendisinin sağlıklı kalacağını zanneden dar görüşlü haris insan davranışını makul olmaya davet ediyor. Daha fazla, daha da fazla ürün alacağım derken sonunda aldığı şeyin ürün olmaktan çıktığını göstermek istiyor.
Bilimde, teknolojide, genetikteki gelişmeler sadece “daha çok ürün alalım, çok yiyelim, daha da çok yiyelim, daha çok kazanalım” dar bakışının hizmetine girince, dünya yetersiz beslenen insan sayısından kat be kat daha fazla obez -yani midesi gerekenden fazla, hücreleri ise gerekenden az beslenen- insan ile kaplandı.
“Dünyada nüfus artıyor, açlıkla mücadele etmek lazım. GDO’lu hibrid tohumlara tuzu kurular karşı çıkıyor” beyanlarını duyduğunuzda, bu ucuz(!) ama çöp niteliğindeki yiyeceklerin bu eğitimsiz toplumlara ne verdiği ve ne aldığı konusunda bir kez daha düşünün. Doğanın duyarsızca yağmalanması yoluyla bugüne ulaşan bu sürdürülebilir olmayan tarım, insanoğluna sürdürülebilir olmayan bir kronik hastalıklar yükü bırakarak, kaşıkla verdiğini kazanla geri alıyor. Daha ucuza mal ettiğimiz, fakat besin olmaktan çıkan yiyeceklerin neden olduğu kronik hastalıklara, yiyeceği elde ederken düşürdüğümüz maliyetin binlerce –evet binlerce- katını ödüyoruz.
Ülkemiz toplumunda diyabetli oranı daha dün, yani 90’lı yılların sonlarında % 7.2 idi. Bugün bu oran % 14’e ulaşmış durumda! Üzerinden kuşaklar geçmiş bir süreden değil, 20 yıl bile olmamış bir süreden bahsediyoruz. Bu gidiş sürdürülebilir mi? Salgın gibi yayılan bilinçsiz –benim “çöp” diye nitelendirdiğim- yiyecek seçimlerinden kaynaklandığı apaçık ortada olan bir hastalığın, insan sağlığına ve toplum ekonomisine diz çöktürmesine nasıl olup da dur diyemiyoruz?
Çocuklarda haftada tüketilen sosis sayısı ile beyin kanseri sıklığının paralel olarak arttığını ortaya koyan çalışmalar varlığında, “Seni yerim sosis” gibi bir sloganın hem de çocuklara yönelik bir reklam filminde kullanılması gibi bir ahlaksızlığa nasıl olup da duyarsız kalabiliyoruz?
Benim görüşüme göre orta yerdeki problemin kalbi, doktorlar olarak bizlerin, beslenme ile kronik hastalıklar arasındaki apaçık ilişki hakkında, fakültede olsun sonrasında olsun, beslenmeye dair bilimsel iki satır bile okumadığımız için, en başta bizim ikna olmuş olmamamız.
Gün boyu kiloyla çöp niteliğinde karbonhidrat tüketen bir insanda, hastalığını geri çevirmek için yapmamız gereken şey onu gerçek yiyeceklere yöneltmek değilmiş gibi, diyabet ICD kodunun karşısındaki ilaçlardan birini seçerek doktorluk “sanatı” icra etmemizin altında, kendi buğday/şeker göbeğimizi bir espri konusu olarak alacak durumda olmamız yatıyor. Biz ne kadar ikna olduk ki hastayı ikna edelim? Biz ne kadar bilinçliyiz ki hastaya hangi bilinci aktaralım? Hala bir elimizde kalem, diğerinde reçete kağıdı, metformin, glucophage, insülin diye karalayıp duruyoruz. Laboratuar çıktısındaki şeker rakamı -bir sonraki ilaç ilavesine kadar- düşünce de biz “işimizi yaptık”, hasta da “iyi oldum” sanıyor.
Fonksiyonel tıpta ise, doktoru merkeze yerleştirerek tüm biyolojik sistemlere temel destek verirken, tüm uzmanlıklarla bilimsel bilgi alış verişinde bulunarak onlarla koordine olarak çalışacaktır. Amaç, hastanın tüm hastalıklarında eş zamanlı ve gerçek bir düzelme ve sadece semptomatik değil,
hastalığın o birey için ortaya çıktığı yolu moleküler biyolojik anlamda deşifre ederek, aynen geldiği
yoldan sağlık yönünde bir geri dönüşü koordine etmektir. Ancak bu şekilde sağlığımızı geri kazanabilir ve koruyabiliriz. Tıpkı sürdürülebilir tarım gibi..